
Bu resimde ise görmüş olduğunuz yer az önce bahsettiğimiz o zindanlar. Öğrendiğime göre şu anda bile içeri girildiğinde
kokudan durulamıyor. Bunun içindir ki ziyeret eden turistler ya girdikleri gibi çıkıyorlar. Ya da burunlarını tıkayarak zorla da olsa katlanıyorlar o kokuya..

Bu zindanlar aslında Elmina kalesinde esirlerin görebileceği en iyi yerler. Zira bundan daha beteride var. Eğer bir esirin ayaklanma başlatacağından şüpheleniliyorsa yada taşkınlık yapılıyorsa , 2-3 esir ışık görmeyen karanlık bir hücreye konuluyor ve orada aç susuz ölüme terk ediliyor. hücrenin kapısı son esir'de ölünceye kadar açılmıyor. Öyleki karı koca olan ve esir düşmüş olanlar belkide bir daha birbirlerini hiç mi hiç göremiyor. Çünkü zulmün adaleti yok. En azından merhamet kırıntısı umuyor olabilirsiniz ki o da yok.
Bu resimde ise son noktayı görüyorsunuz. Çaresizliğin , hüznün ve bir daha doğduğunuz topraklara geri dönememek üzere gözleriniz arkada bıraktıklarınızda kalarak vatanınızdan koparılmanın acı burukluğunu yaşayacağınız , memleketinizde bırakacağınız son ayak izinin kalacağı yer burası. Bu kapının ismi "Geri dönüşü olmayan kapı" buradan çıkanların hiçbirisi ne sağ ne
de ölü olarak bir daha memleketlerine dönemediler. Bu kapıdan çıktıktan sonra insanlar gemilere istiflendiler. istiflendiler diyorum çünkü bu sandığınız gibi konforlu bir gemi yolculuğu değildi. Tabut benzeri üstü açık ancak geminin tabanında 40'ar cm ara ile dizilmiş tahtalar üzerinde zincirlenmiş olarak ve yatarak, bir kere doğrulamadan yada oturamadan 4-5 ay yolculuk neticesinde yeni dünyaya gelebilenler köle pazarlarına çıkartıldılar. Gelemeyenler gemide ölenler denize atıldı.

Buraya kadar anlatılanlar gidenlerin hikayesiydi. Geri kalanlar ise pekte şanslı sayılmazdı. Öyle ki bu sefer Portekizin sömürge alanı olan Gana'ya Hollandalılar dadanmıştı. "Siyah adam" belki bu gelenler öncekiler gibi kötü değildir iyidir diyerek Hollandalılara , portekiz ile olan savaşta yardım etmiş ve Hollanda savaşı kazanmıştı. Ancak ne var ki heyhat! değişen birşey olmadı ticaret devam etti.
Bir zaman sonra da buradan istediği verimi alamadığını düşünen Hollanda burayı İngiltere ile takas etti. Artık yeni beyaz adam ingilizlerdi. İngilizler daha kurnazdı siyah adamı birbirine kırdırmayı tercih ettiler. Öyleki zaten ülkede müslümanlık, katolizm, protestanlık, yerel dinler olmak üzere 4 din vardı. bunun yanında akan, mole dagbon, ewe, ga dangme gibi farklı etnik kökenlerda vardı. ingiltere zaman zaman araya dinsel ayrılığı sokuşturarak , zaman zaman ise etnik ayrılık serpiştirerek kardeşi kardeşe kırdırdı.
Öyleki portekiz-hollanda savaşında dahi savaşan portekiz ile hollandaydı. Savaş ne portekizde ne hollandadaydı. ancak her iki taraftan ölenlerde ne portekizli ne de hollandalıydı. Ölenlerin tamamı gana'lıydı.. ve savaş ganada yaşanmıştı.
Kara kıta'nın bu kara kaderi 2.dünya savaşına kadar sürmüştü. 2. dünya savaşından sonra özgürlüğünü kazanan Gana şimdi artık özgür bir devlet ve özgür bir millet. Ancak gana'ya özgürlüğünü kazanmasından sonra giden "beyaz adam"larda var. ancak bu sefer gidenler öncekilerden tamamen farklı. sömürmek için değil iyiliği yaymak için kardeşliği pekiştirmek için ayrılıkları dindirip sevgiyi yeşertmek için , kara kıtayı aydınlığa çıkartmak için gidenler.. Bu sefer yer altı kaynaklarını sömürmek için değil. Her ülkenin yer üstü kaynakları olan çocuklarını eğitmek için oradalar. Bu beyaz adamlar ne hollandadan geldiler ne portekizden ne ingiltereden nede başka bir avrupa ülkesinden , bu sefer oralara giden beyaz adamlar Ankaradan , izmirden , Urfadan , Niğde'den ve Türkiyenin her şehrinden gittiler. Okullar açtılar.. yavaş yavaş dünyayı değiştiriyorlar..
Ben belkide dün akşam Fatih koleji'nde düzenlenen etkinliğe katılmasaydım. Elmina kalesinin hikayesini bilemeyecektim. 7.Türkçe Olimpiyatları için Türkiye'ye gelen Gana grubu ve Amerika grubu dün akşam bize küçük bir sunum yaptı. Türkiyeye 10-15 saatlik yolculuktan sonra hemen kendisini sahnede bulan Gana'lı kardeşimiz Abd'ulvaris bize kendi lehçesi , kendi türkçesi ve milletinden getirdiği sevgi ve muhabbetle anlattı tüm bunları. Sadece Abdulvaris yoktu elbette , Amerika'dan Noah bize tüm sempatikliği ve tatlılığı ile Sevda sokağı'nı okudu. San Antonio ekibinden Ankara misket havası oyununu izledik. Dallas grubundan Silifke halkoyunlarını izledik. Benjamin Vega ise bize Bedirhan Gökçe'nin "Sokak Çocuğu" şiirini okudu desem az olur. Okumadı Benjamin şiiri resmen gözlerimizin önünde yaşadı. Yine San Antonio ekibinden Aly bize Karahisar kalesi'ni seslendirdi ve son olarak Fatih koleji öğrencileri ile misafir öğrencilerin Barış korosu ümitlerimizi tazeledi.
Programın kapanış konuşmasını ise iki müstesna insan gerçekleştirdi. ikisinide yakından ilk kez gördüm. şahsen tanışma fırsatım olmadı. Açıkcası o fırsat belki vardı ama değerlendirme cesaretini kendimde bulamadım. Zira tanışmak için yanlarına gideceğim kişilerden birisi Zaman Gazetesinde'ki yazılarından takip ettiğim şahsen ilk kez gördüğüm Abdülhamit Bilici'ydi. O kadar naif, beyefendi ve nezaket ehli bir portresi vardı ki şimdi giderim istemedem bi kabalık ederim ayıp olur dedim ve gitmedim. Bir diğer konuşmacı ise Rüşdü Kalyoncu büyüğümüz idi. İsmini çok kez duymuş onuda ilk kez görmüştüm. çok duygusaldı ve gözyaşlarını tutamamıştı kürsüde tüm salonuda kendisi ile beraber bir duygu fırtınasına almış götürmüştü..
Heyhat! oysa ki ben bugün Üstad Necip Fazıl'ı yazacaktım. Vefat gününde rahmetle anacak. doğum günü olan bir sonraki gün ise doğum gününü kutlayacaktım. Fakat Elmina kalesinin hikayesi ağır bastı.
Üstad yüreklerimizdeki yerin müstesna.