Beşiktaşk!

| 14 Aralık 2009 Pazartesi










El emeği göz nuru..

Karpuz Kabuğundan Gemiler'in "Kaptan"ına

| 7 Aralık 2009 Pazartesi

Ege bölgesinde olup da kutup iklimi göstermekte olan güzide küçük şehir Kütahya... Ve yakınında yamacında ne denizi var, ne de öyle büyük bir göl'ü. Kütahya'dan 15-20 km uzakta en büyük ilçesi Tavşanlı. Daha hiç görmedim , Tavşanlıda ikamet edip "nerelisin" diye sorulduğunda Kütahyalı'yım diyeni. Rivayet o ki, Kütahya ile Tavşanlı il olmak yolunda başabaş giderken, Kütahya atmış son çalımı kapmış valiliği. Kaymakamlık makamı kesmemiş tabi Tavşanlılılar'ı ki onlar da koymuşlar mesafeyi.
Tavşanlı’nın İnsanı cana yakın, misafirperver ve bir o kadar da içten. Kaptan da oralı. Tavşanlı, topraklarının bir kısmında maden bulunan ve kömür çıkartılan, bir diğer kısmında uçsuz bucaksız tarlaları ve bozkırları olan; tarlaların arasında bir şiir, bir türkü gibi akan tren yollarında ara sıra şiirin nakaratıymışcasına görünen trenlerin dumanları ve efkarlı çalan sirenleri ile çınlayan bu sıcak anadolu topraklarında insanın aklına belki en son gelebilecek şeydi gemi yapmak. Hem de karpuz kabuklarından...Ve bir çocukluk hayalini yerine getirmenin belki de gönül rahatlığı ile gitti Ahmet Uluçay ebediyete. Kim bilir bundan sonra belki de gemilerini Kevser ırmağında yüzdürecek bir ızdıraptan kurtulmuşcasına neşeyle el sallayarak gemilerinin güvertesinden.
Bu yazı benim için belki bir vefa borcunu ödemek sayılabilir. Hayatının bir kısmında Kütahya'da bulunmuş ekmeğini yemiş suyunu içmiş birisi olarak tahmin ediyorum ki hemen herkes üzülmüş olmalı. Zira Ahmet Uluçay ölümüne üzülünmeyecek birisi değildi. Ekranda çok insan görürsünüz aslını, neslini inkar eden. Anasına darılmış babasına yol vermiş, memleketinden utanan, buldumcuk olan ve kendini sanki bulunduğu yere gökten inmiş gibi addeden...
Uluçay, bu açıdan bakıldığında nankör değildi. Google'de bile görsellerde arattığınızda ismini, sistemin size vereceği resimlere bakın. Sizin benim hepimizin fotoğraf çekinebileceği sıradan ortamlarda yansımış objektiflere bir odada sırtını sıradan bir çekyata yaslamış yerde oturarak çay içerken ya da bir bahçede ot ayıklarken... Kasmamış hiç başkası olmak ya da başkası gibi görünmek , başkalaşmak için neyse o olmuş yani. Mevlana’nın dediği gibi “olduğu gibi görünmek”ten de utanmamış. Emsalleri ya da çakma bir kısa film çevirenler bile bulutlarda gezerken sanki Steven Spielberg’le yumurta ikiziymişcesine, kaptan karpuz kabuğundan gemilerin bulutlarda yüzmeyeceğini bilmenin ağırbaşlılığı ile basıyordu yere. ve birçoğunun bulutlardan düştüğünde canının nasıl yandığını çoğumuz gördük. Ama kaptan düşecek adam değildi; çünkü zaten yerdeydi ve yine birçoğunun yaptığı hatayı yapmıyordu. Sanat’ı cinsellikte, sapkınlıkta aramıyor ve belki onun içinde diğer yönetmenler onu anlamıyordu. Öyle ya o anadolu insanıydı “öpüş, koklaş, oynaş reytingi kap” onun ve anadolunun felsefesi değildi. Yürek insanı olmak başkaydı.
Memleketinden ve kendi insanından utanmamış her 10 ünlüden 7-8'inin yaptığı gibi sırtını çevirmemiş ve yine belki de doğduğu evde ömrünün geçtiği o mahallede yaşamaya devam etmiş ve şöhret şımartamamıştı onu. Hatırlıyorum bundan çok uzun süre önce yanılmıyorsam 5-6 sene öncesi 8-10 yönetmenle birlikte "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak" filmi hakkında düzenlenen bir söyleşi programına katılmıştı. Amaç "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak" filmini ya da Uluçay'ın performansını değerlendirmekti. Ekran'da 2-3 saat kaldılar. Program maksadını aştı. Her yönetmen amaçtan sapıp kendini övmeye ve hatta bu övgüyü başkasını eleştirerek ve küçük görerek yapmaya çalışırken ve bu konuda yarışırken, içlerinde en mütevazisi Ahmet Uluçay'dı kendisine yapılan her salvo'yu, her saldırıyı büyük insanların yaptığı gibi metanet, dirayet ve tevazu ile göğüslemiş ve bir kere olsun içlerinden birine bunu diyemezsin sende kim oluyorsun vs. gibi çıkış göstermemiş efendiliğin son noktasında iyi bir temsil sergilemişti. ondandır ki. program bittiğinde salon program boyunca konuşanları atıp tutan, kendini öven, başkasını küçük gören ama kendisi küçük olanları değil onu alkışlıyordu o ise yine başı önce tevazu ile şımarmadan efendiliğin bir başka yönünü ortaya koymuştu.
Kaptan uzun bir yolculuğa çıktı... Ve biliyoruz ki Allah, kendisinden olup insanlara da bahşettiği güzel sıfatları taşıyanları, kibirlenmeyenleri sever. Kaptan tüm dünya denizlerinden ve sinema perdesinden, bulunabilecek bütün yanık buğday kokulu ve turuncu tonlarında envai çeşit tarlalardan , tarlaların arasında dolaşan nakaratımsı tren katarlarından ve karpuz kabuklarından artık uzaklarda...Uzun bir yolda...
Cenazenin arkasından alkış patlatılmaz. Ama bir Fatiha'yı da çok görmeyin, gün gelir size de çıkacağınız uzun yolculukta lazım olur. Kaptan’a okuyacağınız fatiha zamanı geldiğinde sizi de bulur.
Not : Bu yazıyı redakte eden arkadaşım Ömer Demir'e teşekkürler

Borsa La borsaa.. Bursa değil.. :)

| 9 Kasım 2009 Pazartesi

Bugün öğle tatilinde arkadaşlarla konuşuyorum.. şöyle temizinden fazlaca bi 5 bin'im olsa karartır gözümü borsaya girerim dedim. Arkadaş'ın birisi bunu "Bursaya giderim" diye anlamış ve tepkisi şu oldu.. "ne bursası bee beşbinim olsa parise giderim!" o arkadaşıma yolun açık olsun diyoruz ve mini bir gözden geçirme yapiyoruz.

BJKAS hissesi uçacak demedi demeyin.

10/11/2008 tarihinde cebimizde 1500 TL paramız olsa ve 1.50'den 1000 adet BJKAS (Beşiktaş A.Ş) hissesi alsak , ve ardından bu 1000 adet hisseyi 22/05/2009 tarihinde 12.50 TL'den satsak , 6 ay içerisinde 1500 liramızı 12500 TL yapmış olurduk.


Hep söylediğim gibi futboldan anlayan adam , iddaa oynamaz Borsaya girer. Borsa ile iddaa'yı karşılaştıracak değilim. ama iddaa'da 3 maç tuttur 5 maç yatır derken 1500 lira harcar 12500 lira kazanamazsınız yada bunu çok nadiren yaparsınız. Ancak borsayı ve futbolu okumayı biliyorsanız bunu her an yapabilirsiniz.

Bugün BJKAS hisseleri 4,50 civarlarında seyrediyor. Şu an 5000 TL param olsa hiç bakmaz girerim ve tüm paramla BJKAS hissesi alırım. Nedenmi ? takım Türkcell Süper Lig'de son 5 maçtır puan kaybetmiyor. Tekrar ilk 3 içerisine girdi. Haftaya FB derbisi var. ve İnönü'de oynanacak maç Beşiktaş'ın maçı kazanması daha muhtemel.. kazandığı takdirde hisseler en azından 7.00 yada 7.20 TL seviyelerine zıplar ki bugün Beşiktaş'a 5000 TL ile küçük ortak olan hisse sahibi Beşiktaş'ın kazanacağı FB maçından sonra, yatırmış olduğu 5000 Lirasını 8000 TL yapmış olur. ne kadar sürede 1,5 haftada .. bunada kısa günün kârı diyebiliriz.

Beşiktaş'ın geçen hafta içerisinde Trabzon maçından önce ve sonraki hisse tablosuna baktığımızda 3,70'den 4,50'ye çıktığını görürüz ki bu'da en azından hisselerinde takımın çıkışa geçmesi ile tırmanma şeridine geçtiğini gösterir.

Akıllı ve riski seven adamın arayıpta bulamayacağı hisse bu hissedir diyorum.

-------------------------------------------------------------------------------------------------

Alınmayacak hisse

Transtürk Holding A.Ş -

Hisse takriben 6 ay süreyle 0,18 TL civarında dolaşırken , nasıl oluyorsa ne oluyorsa birden bire 25 gün içerisinde 0,88 TL'ye zıplıyor.. Ben bunun spekülasyon olabileceğini düşünüyorum. Yoksa bu adamlar altın madenimi bulmuşlar ki %488 fiyat zıplaması olmuş ? Hissenin dünü ve bugünü aynı lot başına 0,88 TL'de kuruş sapma yok. Şimdi bu hisseyi 0,18 TL oldugu zamanda bir duyumla gaza gelerek almış olsanız satmanın tam zamanıydı. 1000 TL'ye 5555 hisse alırdınız ve şimdi bugün bu hisseleri 0,88 TL'den satarak 4888 TL yapardınız. Ancak gaza gelip sakın hisseyi şimdi almayın.. Aksi takdirde balon patlar.. sizin parada balonun havasıyla beraber atmosfere karışır :)

Oltaya takılanlar

| 21 Ekim 2009 Çarşamba

Çevrelerine uymak icin kendilerini yontanlar, tükenip giderler R.HULL
"Yalakalara kapak olsun"

Erkekte gelecek kadında geçmiş ararım. OSCAR WILDE
"Amca kısaca kaşarlarla takılmam demiş"

Boş zaman yoktur boşa geçen zaman vardır. Tagore
"10"

Kötümser yanlız tüneli görür, iyimser tünelin sonundaki ışığı görür, gerçekçi tünelle birlikte ışığı ve de gelecek treni görür. J.Harris
"Zeki Müren'ide görecekmiyiz ?"

En büyük zafer, hiç düşmemek değil, her düşüşte kalkabilmektir. Robert Frost
"Yıkılmaaadım Ayaktaaayım" :p

Dünyanın en kötü ordusu avustralyadır,fakat onlarında kazanmayı tatması için tanrı italyan ordusunu yaratmıştır. Napolyon
"Düşmana iltifatmı? dosta hakaretmi?"

Ölmek birşey değilde , yalnız kalacak dünya. Aziz Nesin
"Yusuf! Yusuf!"

Bu dünyaya istediğimiz gibi gelmedik, bu dünyadanda istediğimiz gibi gitmeyeceğiz. Ömer Hayyam
"Gideceğini bilmekte güzel birşey"

Batı yalanların üzerinde yaşar,doğu doğruların üzerinde uyur. Hüseyin Nâsr
"ve bu uykudan elbet birgün uyanılır"

Yaşam, siz başka planlar yaparken başınıza gelenlerdir. John Lennon
"Demekki yaşam ölümden öncesi değil.. ölümden sonrası"

İnsan güldüğü kadar insandır. Moliere
"Günü geldiğinde ise öldüğü kadar insandır"

Anı yazmak, ölümün elinden birşey kurtarmaktır. Andre Gide
"Sevgili günlük.. ben bu mısraları yazarken.."

Düşlemek bilmekten daha önemlidir. Albert Einstain
"Çünkü bilginin sınırı var, hayal gücü sınırsızlık demek"

Para açlığı giderir, mutsuzluğu değil. Yemek mideyi doyurur, ruhu değil. Bernard Shaw
"Şekerim para ile saadet olmaz" :)

Zayıf daima adalet ve eşitlik ister, ancak bu kuvvetlinin umrunda bile değildir. Aristoteles
"Günümüzde bunu zaten her alanda görüyoruz"

İnsanları niçin öldürüyorsunuz, biraz bekleyin zaten ölecekler. Konfüçyüs
"Sabırsızlar"


Bir şeyin haklı olduğunu bildiğin halde, o şeyden yana çıkmazsan, korkaksın demektir. Konfüçyüs
"Konfüçyüs iyiki bu çağda yaşamamış yoksa çıldırırmış"

Akıl Padişahı kafesi kırdığı zaman, kuşların her biri başka bir yöne uçar. Mevlana
"Ya padişahı dellendirme, ya kuşları ürkütme!"


Allah ile olduktan sonra ölüm de, ömür de hoştur. Mevlana
"Nerede olduğun değil ne ile olduğundur önemli olan"


Küfürle iman, yumurtanın akıyla sarısına benzer. Onları ayıran bir berzah var, birbirine karışmazlar. Mevlana
"10"


Kadınların cehennemi yaşlılıktır. Laroçhef Oucauld
"Hangisine yaşlanıyorsun desem aksini iddia etmiştir" :)

İnsanın iyisi, talihin kötüsünde belli olur. Shakespeare
"O zaman iyi insan piyangodan çıkan büyük ikramiyedir"

Kadınla müziğin yaşı olmaz. Oliver Goldsmith
"kadınına ve müziğine göre değişir o"

Kadını yedir, giydir, mücevherlerle ve başka güzel şeylerle süsle, fakat sakın ona akıl danışma. Pançatantra
"Bu amcayı atacaksın 2-3 tane cadının önüne seyreyle sonra faaliyeti"

Yasalar ölür, kitaplar kalır. Bulwer-Lytton
"100 yıl önceki yasaları bugün bilen yok.. kitaplar ise hala ölümsüz"


Büyük işler başarmak isteyen kimse ölüm yokmuş gibi yaşamalıdır. Vauvenargues
"Ölüm geldiğinde de mort olup kalacak o zaman"


Bugün dünün öğrencisidir. Publilius Syrus
"Yarında bugün'ün öğrencisi ise, 2 öncesi prof. olur"


Ana rahminden geldik pazara bir kefen aldık döndük mezara. Yunus Emre
"Oradanda yolculuk, ebedi hayata"


Bugüne güvenme yarının varmı? Gençliğine güvenme ölenler hep ihtiyar mı? Hallac-ı Mansur
"10"


Kadın, insanın gölgesi gibidir; kovalarsanız kaçar, kaçarsanız kovalar. Chamfort
"En iyisi pek tınlamamak, bırak kendi haline" :)


Kadın ilk öpücükte neler kazanacağını bilemez,ama son öpücükte neler kaybettiğini bilir. Balzac
"öpüşmek yada öpüşmemek işte bütün mesele bu"


Doğru ile eğri arasında bir taraf olan, bertaraf olur. Anonim
"Sen doğrudan taraf ol, bertaraf olacak nasılsa bulunur"


Maddi hayata tapanlar, deniz suyu içenlere benzerler, içtikçe, susuzlukları artar. Bediüzzaman
"10"


Bir akşam güneşi gibi bu fani dünyayı terk eden insan,Bitmeyen bir sabah güneşi gibi,ebediyyet ufuklarında doğar. Muhammed İKBAL
"10"

Ey yolcu uyan! Yoksa çıkarsın ki sabâha, Bir kupkuru çöl var, Ne ışık var,ne de vâha! Mehmet Akif ERSOY
"10"


Hangi tohum,toprağa gömüldü de tekrar çıkmadı,Niçin,insan denen tohum hakkında şüphe ediyorsun.Mevlana
"10"


İnsan ölmek için doğar, ölümü unutmak için değil. Anonim
"İnsan Nisyan'la malül ne de olsa"

Bulutlu bir gün ve hüzün..

| 16 Ekim 2009 Cuma

Bugün hava bulutlu.. İstanbulun bu kısmında sanki kasvetli bir hava var.. ya herşeyden yorulmuş bir köşede dinlenen , yada derinden akan sular misali görünürde durgun dipten dibe kaynayan görenlere kendisini durgun gösteren bir insan gibi..

Hüzün vurmuş bugün şehrin bu yakasına, yağmur hafif hafif, ara ara çiseliyor.. Günlerden Cuma ve Beşiktaş sessizliği , gri bulutlarla birlikte çekmiş üzerine , önünden yürüdüğüm dolmabahçe sarayının kapısından sanki heran Abdülhamit han çıkacakmış gibi bir ruh hali var üzerimde.. Dolmabahçe caddesinin her iki yanında cadde boyunca uzanan büyük devasa ağaçlar sanki ayrı bir hüzün veriyor kaldırımlara öyleki , kaldırımda yürürken caddedeki araçların seslerini dahi duymuyor kulaklar.. sesleri emiyor sanki ağaçlar ve kaldırımda yürürken bir sukunetin içerisinde gidiyorsunuz..

Cuma namazını Asariye camii'nde kılıyoruz.. Küçük ve eski mimarisi olan dogal dokuya uyan ve muhtemelen ecdaddan kalan bir mahalle camisi.. içeriye girdiğimizde burada da hüzün karşılıyor bizi , duvarlarda geziniyor gözlerim ve tarihin dokularına dokunuyor usul usul.. süslemeleri , mimarisi sanki beni bu çağdan dışarı çıkartıyor.. mihrabı ile minber'i ile mütevazi ve tarih kokan bir yer burası.. sanki burnumda yıllardır kapısı açılmamış bir odaya girince insanı kuşatan tarih ve kitap kokusu var ve ben dalıyorum aklımdan geçenlere..

Düşünüyorum : Çocukluğumda camii'de arkadaşlarla yaptığımız su savaşlarını , yaz kuran kurslarını, kursu kırıp yüzmeye balık tutmaya kaçtığımız günleri..

Hatırlıyorum : Üniversitede her yerde öğrenciler laga luga ederken gürültüden bunalarak ders calişmak için camii'nin içine girip sonuna kadar sessizliği hissettiğim vize-final sınavını,

Anıyorum : Yaramazlıklarımla bezdirdiğim , rahmetli dedemi..

Seviyorum : Sessizliği ..

Nefret ediyorum : Gürültüden..

Arıyorum : Eski Günleri..

Dalgalar vuruyor ayaklarımın ucuna..

| 12 Ekim 2009 Pazartesi

Birazdan öğle tatili başlayacak.. 20 dk kadar bir sürede yemeği yiyeceğiz ve elimize bir kaç dilim ekmek alıp arka bahceye cıkacağız.. denize sıfır.. Bahçenin bittiği yerde deniz başlıyor.. Çardak, güller bahçe görmeye değer..

Deniz bugün biraz hırçın dalgalı.. Bahçe tam bizlik bir yer.. Arkadaşlarla yemekhaneden aldığımız ekmekleri bölüp bölüp denize atıyoruz.. Balıklar üşüşüyor ekmeklere ve nadirende martılar..

Burada bir martı var bizim bahçeyi parsellmiş gibi.. başka martılar asla konamıyor hemen bizimkisi atlıyor tepesine.. denizin her dalgası ayaklarımızın dibinde. hemen yan tarafımız feribot iskelesi.. feribotların sesi sanki dalgalara karışıyor..

Kimi arkadaşlar yemekten sonra terasa çıkıyorlar.. oradan manzara daha yüksek ve geniş , ben daha hiç çıkmadım terasa bahçenin tadı daha bi güzel sanki..

Bizim bahçe tam slow şarkıların, deniz sesinin kuş sesine karıştığı yerde yüzümüze güneş vururken dinlenileceği yer..

Ki işin bi güzel tarafıda mabed(Beşiktaş İnönü Stadyumu) az ileride.. yürüyerek 5 dk..

Herhalde tam yerimi buldum..

Bu Beşiktaş tam yaşanacak yer ..

Hoşgeldin

| 21 Temmuz 2009 Salı

Bazı insanların hayatları bir yerden sonra monotonlaşır ve sürekli aynı şeylerin tekrarı gibidir. Şahsen son seneler benim içinde aynı, işe git, işten gel, yorgunluğu at, yemek ye, izlersen film izle izlemezsen internetti blogdu zamanı geçir ve tekrar uyu, açıkcası eşim içinde durum benzer.. Birbirimizi sadece akşamları görebiliyoruz :) iş çıkışı eve geldiğimizde yorgun yorgun yığılıp kalmak ve serin bir uyku vazgeçilmez tek keyfimiz bu monotonlukta..

ve bugün tarihi gün..

Saat şu anda gece 04:20 , beni uyku tutmuyor.. ve son 6 saattir yüzümde sürekli bir tebessüm var. İçimde heyecan var. Monotonluk artık ebediyyen bitiyor desem yeridir. Zira hayatımıza büyük bir yenilik girmek üzere,

Bu yenilik sayesinde artık hergünümüz başka bir macera olacak.. kah güleceğiz, kah eğleneceğiz, kah üzüleceğiz ama fark olacak.. günün sonunda monotonluğa neden olan şey yorgunluğumuzdu bu yenilik gün bitmeden daha o yorgunluğuda alacak..

Bahsettiğim yenilik hayatımda ilk kez tadacağım bir his,

«« Baba olmak »»

Top oynayacağız, parka gideceğiz oğlum yada kızım'la evi dağıtacağız, anneyi kızdıracağız, salonun orta yerinde maç yapacağız :) aklıma ilk gelen en tatlı hayaller tabi birde işin ceremesini çekeceğimiz günler var. babaaaaa korkuyorum! geeel! , gece ağlamaları zırlamaları, lan bi yerine birşeymi oldu diye sağına soluna bakalım diye çocuğa dokuz takla attıracağız, gecenin bi yarısı bir sesle zıplayacaksın sabaha kadar onu uyutayım derken uykusuz işe gideceksin daha nice ev maceralarımız olacak muhtemelen.. Sıpa kendisini şimdiden sevdirdi..

Macera nasıl başladı :

Gün içinde eşim telefon etti işyerine, akşam hastaneye gidelim diye. Tabi ben telefonla konuşurken arkadaşlar anlamışlar mevzuyu "hayırdır babamı oluyorsun" fln diye sordular. Eşim sakın kimseye birşey söyleme daha erken demiş olsada ben söylemeden zaten anladılar mevzuyu :) İş arkadaşım Eda "ben dayanamam akşam arar sorarım sana" dedi. Dedim arama bak hatun kimseye söyleme dedi ararsan ben söyledim sanacak , Eda akıllısı diyor ki ben sana sanki bir "dosyayı" soruyormuş gibi sorarım sende ona göre bir cevap ver ben anlarım !

"O dosyayı yazıcıya verdim :) çıktı almayı bekliyorum" Al sana cevap Eda!

Hayır işin komiği merak ederim dayanamam ararım diyen arkadaşa ben telefon ediyorum haber vereyim diye.. telefon kapalı! bu kız harbi leyla, yok ama şaka bir yana bazen iş yerinde onu kızdırsamda yada takılsamda moralini bozsamda ve her ne kadar 1 yaş kadar benden büyükte olsa ben onun birçok vasfını öz kızkardeşimin birçok vasfına o kadar benzetiyorum ki onun için o da benim bir kız kardeşim yerinedir.

Eda&Sedat darısı başınıza arkadaşlar :)

Muhtemelen çocuk doğana kadar bana sorulacak belli başlı sorulara da burada cevap vereyim. sorulduğunda uzun uzun uğraşmam link verir geçerim :p

Baba olmak nasıl bir his : İnsanın olağan şekilde çarpan kalbinin içinde daha küçük bir kalbin daha hızlı çarpması gibi..

Çocuğun ismi ne olacak : Erkek olursa Erkam Said , kız olursa Ecrin Visal..

Erkek ismi , Erkam , en zor dayanılmaz zulm günlerinde peygamberimiz (s.a.s)'e evini açarak İslam'ın tebliğinde hayatını riske ederek vazife almış ashab-ı kiram'dan Erkam bin Ebu'l Erkam (r.a)'dan geliyor. Eğer insan dünyadayken makbul amel işlemiş ve Allahın hoşnutluğunu kazanmış ise Allah katında Said'lerden yazılır. şayet şer niteliklerinden dolayı bunu kazanamamışsa şaki'lerden yazılır.

Kız ismi , Ecrin , Allahın hediyesi demek, Visal ise kavuşmak , kavuşma günü demek..

Niçin bu isimleri tercih ediyoruz : Eğer bir oğlumuz olursa canı gönülden diliyoruz ki ismini aldığı Erkam bin Ebul Erkam gibi din-i mubin'i İslâm için gerektiğinde her fedakarlığa gözü kapalı girsin ve hanesini İslam ile doldursun , İslam onun hanesinden taşsın oda ismini taşıdığı Erkam bin Ebul Erkam gibi kendi çağının "Erkam"ı olsun. ve ikinci ismi olarak taşıdığı Said ismini taşıyan bu asrın alimi gibi dinine,diyanetine,vatanına,milletine hizmet etsin ve bu iyi hasletleri hürmetine Allah katında ismi "Said" olanlarla bir yazılsın.

Eğer bir kızımız olursa biz bunun "Allah'ın bir hediyesi" olduğunu biliyoruz ve bu nimetin farkında olduğumuz bilinsin diye bu ismi düşünüyoruz. Visal ise bahsettiğim gibi "kavuşmak" demek ki biz bu hediyeye kavuştuğumuz için ve günün birinde o hediyeyi bize verene de kavuşacağımız için bununda farkında olduğumuz bilinsin diye bu isimleri uygun görüyoruz.

İsim tercihleri neye göre yapıldı : Öncelikle evladına güzel isim koymak ve dinini öğretmek anne baba üzerinde çocuğun en büyük hakkı, Öyleki her beden ölümü tadacak ve mahşerde diriltilecek, işte herkes bu ikinci yaşama uyanırken isminin manası ne ise o iş ile iştigal eder halde diriltilecek. Bunun içindir ki isim önemli, bir diğer hususda kıyamet gününde kişinin günahları sevaplarından fazla geldiğinde "Allah kulunun sevap hanesine yazılacak bir güzel işi varmı diye bakacak" ve o zaman ilk bakılacak "Kişi çocuğuna Allahın sevdiği kişilerin isimlerini vermişmi vermemişmi" bu husus olacak. Eğer vermiş ise Allah buyuracak ki "Benim sevdiğim kişileri sevip, çocuğuna onun ismini verene mağfiret ettim" diyecek ve o kişi cehennem yerine cennetle mükafat bulacak. İşin dünyalık boyutunda bir sebepte çocuğa konulacak ismin, çocuğun karakterine ve kişiliğine etki ediyor olması. bu 3 sebepten dolayı isim tercihlerimiz bu yönde..

Muhtemel doğum günü : 1-10 Nisan 2010 ± 1 hafta
Temennimiz : Sağlıklı sıhhatli aklı başında vatanına dinine milletine bağlı hayırlı bir evlat inşallah.

"Küçüğüm memleketin çeşitli dağdağalı günler geçirdiği, çalkalandığı, ferdi bazda ise maddi manevi çeşitli sıkıntılarla uğraştığımız şu günlerde hiç beklemediğimiz bir anda geliyorsun. Belki birçok kişiye göre ideal şartlar oluşmadı ama biz biliyoruz ki şartlar hiçbir zaman ideal olmaz. Zaten ideal denilen şey gerçekleşebilse ismi ideal olmaz. Onun için sen takdir olunan ve gelmen gereken zamanda geliyorsun. içimiz ve gönlümüz rahat biliyoruz ki senin rızkın bizden değildir. Seni bize gönderen seninle beraber rızkınıda gönderiyor işte onun için tam bir teslimiyet içerisindeyiz. Kim bilir belki sen ormanların yağmuru çekmesi gibi rahmeti, ferahlığı, esenliği Allah katından çekecek ve bu haneye getireceksin ve biz bileceğiz.. seni climax*'ın sonunda kollarımızı açmış bekliyor olacağız."

Climax : Yaşama giden yol

Başarılı insan

| 3 Temmuz 2009 Cuma

Malumunuz yaz aylarının akşamları bir başkadır.. Diğer mevsimlerde sokaklardan el etek çekildiği vakitler, yaz akşamları dinlendirici bir sessizliğin içindedir ancak her evden kendi başına mamur sokağa dökülen sesler şenlendirir etrafı.. ve bazı sokaklarda çocuklar halen dışarıdadır. Çocuk cıvıltıları kaplar kararmakta olan gökyüzünü.. gelmekte olan akşamı..

Çok seviyorum çocuk seslerini, çocukların çocukça maceralarını .. aklıma kendi çocukluğum geliyor.. ve düşünüyorum resmini yanda gördüğünüz Alfred de Vigny amcanın söylediği o sözü " Başarılı insan, Ergin yaşa geldiğinde çocukluk hayallerini gerçekleştirebilmiş olandır" bu söz bana hayatın neresinde olduğum hususunda bir yol haritası gibi geliyor..

Siz günün birinde büyük bir şirketede sahip olsanız, hayaliniz bir zamanlar küçük bir çiftliğinizin olmasıysa siz herkese göre başarılıda olsanız içinizde bir uhde olarak kalan o küçük çiftlik size kendinizi başarısız hissettirecektir. yani günün birinde her ne olursanız olun başbakan dahi olsanız şayet bu değilse hayaliniz. Siz başarısız sayılırsınız.

herkesin başarı kıstası kendisine göre farklıdır. Ancak ben bu konuda Alfred amcaya katılıyorum. Kendi hesabına hayatta başarılımıyım bunu sorgulamaya gelince.. kendimi pek başarılı bulduğum ve bugüne kadar başarılı olduğum söylenemez, ortalarda bir yerdeyim isteyip elde ettiğim şeylerde var. isteyip henüz ulaşamadıklarımda var. Güzel bir evlilik istemiştim ve tamda istediğim gibi bir eş bulmak nasip oldu. Evlilik konusunda başarıya erdim. Ancak bir o kadar önemli iş mevzu'unda henüz istenileni veremedim. işimi sevmiyorum.. açıkcası iş kavramı canlı bir varlık olsa onunda beni seveceğini sanmam :)

Küçükken akşamın erken saatlerinden gece geç saatlere kadar arkadaşlarla ya bahçe duvarında yada balkonun altında oturur uzun uzun yıldızları izlerdik. Küçük ayı, büyük ayı vs. gibi bilindik takım yıldızları hemen bulurduk. Herkesin bir hayali vardı ben astronot olma peşindeydim. (hoş ki bir astronot okulu yok) şimdilerde ise bu hayalin çok uzağındayım ve eğer günün birinde dünyayı sadece ve sadece benim kurtarabileceğim bir hadise vukuu bulmazsa NASA'nın beni hatırım kırılmasın diye uzaya saatte bilmem kaçbin kilometre tazyikle fırlatacağınıda sanmıyorum. Ancak hedef şaşmadı sadece biraz değişti bunun yanında yanına yeni hedeflerde eklendi. Şayet bir beş sene sonra yada on sene sonra günün birinde bu yazıyı okursam ve bunun devamını yazmak ihtiyacı duyarsam ve o yazıda Alfred de Vigny'e göre başarılı bir insan olmuşsam anlayın ki akademisyen olmuşum , finans, iktisat yada ekonomi konusunda kariyer yapmışım yada kariyer basamaklarını hızla tırmanıyor olacağım demektir. Bunun yanında çocukluk hayallerininde peşinde koşan ve çift anadal hesabı yaparak Uzay Mühendisliği alanındada yol almaya başlamışım demektir. bir üçüncü kol daha var ki oda bir başarı sayılır aslında ancak o konuda çocukluktan bir hayalim yoktu son bir kaç yıl içinde vizyonumda yer etti. onun için onu şimdilik askıda bekletmek ve sözünü etmemek en doğrusu.

Başarılımıyım ?

Başarısız değilim..

Ancak başarılımısın sorusunun bana sorulma vakti henüz gelmedi.. bu soru için henüz erken..

Kim bilir belki 3-4 farklı kulvarda başarıya koşmaya çalışırken.. dileğimiz gerçekleşir bir kapı açılır ve kısa yolda amaca ulaşırız..

Geçen Zaman'a dair..

| 3 Haziran 2009 Çarşamba

Malumunuz memleketteyim. iki haftalık tatilin son demlerindeyim.. Tembellik hakkımı sonuna kadar sömürme modundayım. Yatıyorum kalkıyorum. NTV Spor'da ne kadar maç varsa izliyorum. Kardeşimle iki çılgın bekar modunda geziyoruz tozuyoruz yiyiyoruz içiyoruz , velhasıl eskişehirin tadını çıkarttığımı düşünüyorum..

Bugünlerde aklımı meşgul eden hadiseler arasında hiç ama hiç lise günlerim yokken birden bire lise günlerini anımsayıverdim buruk bir özlem gibi , deli dolu geçen zaman gibi ve sanki bir hüzün gibiydi..
Bilmiyorum hangi nedenle çıkartmış annem bilemiyorum ama bugün sabah uyandığımda oda'da masanın üstünde lise yıllarında kullandığım o malzeme çantasını gördüm "vay dedim bir zamanlarki malzeme çantam" lisede elektronik okumuştum. ve Atölye diye tabir edilen bir dersimiz vardı. genelde uygulamaya yönelik elektronik çalışmaların yapıldığı ve normal ders düzeninde olmayan kendi has kural ve kaideleri olan günün tamamını kapsayan yarı serbest bir stilde geçerdi. Hocanın sabah vermiş olduğu devreyi yapmayı başardıktan sonra tüm zamanınız lak lak'la geçerdi. Lise 1'de atölye 1 gündü. Lise 2'de ise atölye dersi 16 saate çıkmıştı toplamda 2 gün atölye'den çıkmazdık. Dijital , analog , laboratuar olmak üzere 3 gruba ayrılır. ve her grup kendine has işlerle uğraşırdı. Dijital grubu entegrelerle ve , veya , değil kapılarıyla encoder , decoder vs. gibi tasarımlarla uğraşırken , analog grubu ise elektroniğin analog boyutuna haiz işler çıkartırdı. Labaratuar grubu ise genelde işin teorisi ile ilgilenir ve dalga boyu , osilaskop ölçümleri gibi işlere bakardı. ve bizler dönüşümlü olarak o her üç gruptada gerekli çalışmaları yapardık.

Atölye normal bir sınıf düzeni değildi gün bitiminde nöbetçiler kovalarla su dökerek süpürerek paspaslayarak atölyeyi temizlerdi.

Size önce atölyeyi anladım ki "atölye çantası"nın beni nasıl bir ortama götürdüğünü anlayınız istedim. Doktor önlüğü gibi açık mavi önlükleri giyer o şekilde çalışırdık atölyede.. ve benim tüm çalışmalarımı yaptığım eşyalarımı taşıdığım emektar atölye çantası tam karşımdaydı.. içimde garip bir hüzünle açtım kapağını ve kaydırdım sürgüsünü böylece 3 bölümden oluşan çantanın her 3 bölümüde gözlerimin önüne serildi. Geçmişe dair buruk bir buluşma gibiydi.. ilk bölümde diotlar, dirençler , kondansatörler , transistörler kendilerine ait bölmelerde bekliyorlardı uzun süre el değmemiş olmanın dinginliği ile , çantanın orta bölümünde ise falçata, tornavida takımı, yaptığım ufak tefek devreler lehim telleri, breakboard vardı. en nihayet alt bölmede o sarı rengi ile en son yıllarca önce elime aldığım avometre gözüme çarptı elime sanki eski bir dostla yıllar sonra karşılaşmış gibi aldım avometreyi ve bir kaç küçük ölçüm yaptım halen taş gibiydi. ve nihayet paranın para olduğu zamanda 10 milyon'a aldığım weller marka havyayı gördüm.. weller bizim zamanımızda alınabilecek en iyi havya markasıydı ve ben daha birinci sınıfın başında almıştım weller havyamı , diğer arkadaşlar yaptıkları işlerden lehimlerin kötü olması nedeniyle düşük not aldıklarında anlamıştım ben iyi bir havyanın önemini.. neler yapmadık ki biz o havyayla , yaptığım her devreyi saklamış olsam şimdi herhalde en az 300-400 tane devre olurdu çalışan çalışmayan.. sahi ne günlerdi be dijital saat yapmiştik envai çeşit alarmlar equalyzer'lar cidden elektronik zamanlardı bunlar.. lehim , perhidrol, tuzruhu ve biraz lehim yanığı kokan..
Özlemişim...

Elmina Kalesi

| 26 Mayıs 2009 Salı

Bu resimde görmüş olduğunuz yer başlıktan da anlayacağınız üzere Elmina kalesi , Portekizliler tarafından 1481 yılında inşa edildi ve bu kale sandığınız üzere Portekizde değil, Afrika ülkesi olan Gana'da. Elmina kalesini inşa eden Portekizliler önceleri bu kaleyi sadece ticaret amaçlı kullandılar. Afrika yerlilerinden değerli madenler ve diğer zenginliklerden aldılar yerine silah ve barut vererek ticaret yaptılar. Yerlilerden alınan malzemeler bu kalenin odalarında muhafaza ediliyordu. Ancak bir zaman sonra "beyaz adam" ticaretin konusunu değiştirdi. Artık ticaret emtiası köle pazarlarına sunulmak üzere "siyah insan"dı.. ve Elmina'nın odaları artık malzeme değil insan deposuydu. Pekte insani şartlardı diyemezsiniz. Yakalanan insanlar gemi gelene dek 3-4 ay ışık görmeyen odalarda yıkanmalarına izin verilmeksizin günde 2 kez sadece yaşayabilecekleri kadar gıda verilerek üst üste yığılıyordu.
Bu resimde ise görmüş olduğunuz yer az önce bahsettiğimiz o zindanlar. Öğrendiğime göre şu anda bile içeri girildiğinde kokudan durulamıyor. Bunun içindir ki ziyeret eden turistler ya girdikleri gibi çıkıyorlar. Ya da burunlarını tıkayarak zorla da olsa katlanıyorlar o kokuya..
Bu zindanlar aslında Elmina kalesinde esirlerin görebileceği en iyi yerler. Zira bundan daha beteride var. Eğer bir esirin ayaklanma başlatacağından şüpheleniliyorsa yada taşkınlık yapılıyorsa , 2-3 esir ışık görmeyen karanlık bir hücreye konuluyor ve orada aç susuz ölüme terk ediliyor. hücrenin kapısı son esir'de ölünceye kadar açılmıyor. Öyleki karı koca olan ve esir düşmüş olanlar belkide bir daha birbirlerini hiç mi hiç göremiyor. Çünkü zulmün adaleti yok. En azından merhamet kırıntısı umuyor olabilirsiniz ki o da yok.
Bu resimde ise son noktayı görüyorsunuz. Çaresizliğin , hüznün ve bir daha doğduğunuz topraklara geri dönememek üzere gözleriniz arkada bıraktıklarınızda kalarak vatanınızdan koparılmanın acı burukluğunu yaşayacağınız , memleketinizde bırakacağınız son ayak izinin kalacağı yer burası. Bu kapının ismi "Geri dönüşü olmayan kapı" buradan çıkanların hiçbirisi ne sağ ne de ölü olarak bir daha memleketlerine dönemediler. Bu kapıdan çıktıktan sonra insanlar gemilere istiflendiler. istiflendiler diyorum çünkü bu sandığınız gibi konforlu bir gemi yolculuğu değildi. Tabut benzeri üstü açık ancak geminin tabanında 40'ar cm ara ile dizilmiş tahtalar üzerinde zincirlenmiş olarak ve yatarak, bir kere doğrulamadan yada oturamadan 4-5 ay yolculuk neticesinde yeni dünyaya gelebilenler köle pazarlarına çıkartıldılar. Gelemeyenler gemide ölenler denize atıldı.
Buraya kadar anlatılanlar gidenlerin hikayesiydi. Geri kalanlar ise pekte şanslı sayılmazdı. Öyle ki bu sefer Portekizin sömürge alanı olan Gana'ya Hollandalılar dadanmıştı. "Siyah adam" belki bu gelenler öncekiler gibi kötü değildir iyidir diyerek Hollandalılara , portekiz ile olan savaşta yardım etmiş ve Hollanda savaşı kazanmıştı. Ancak ne var ki heyhat! değişen birşey olmadı ticaret devam etti.
Bir zaman sonra da buradan istediği verimi alamadığını düşünen Hollanda burayı İngiltere ile takas etti. Artık yeni beyaz adam ingilizlerdi. İngilizler daha kurnazdı siyah adamı birbirine kırdırmayı tercih ettiler. Öyleki zaten ülkede müslümanlık, katolizm, protestanlık, yerel dinler olmak üzere 4 din vardı. bunun yanında akan, mole dagbon, ewe, ga dangme gibi farklı etnik kökenlerda vardı. ingiltere zaman zaman araya dinsel ayrılığı sokuşturarak , zaman zaman ise etnik ayrılık serpiştirerek kardeşi kardeşe kırdırdı.
Öyleki portekiz-hollanda savaşında dahi savaşan portekiz ile hollandaydı. Savaş ne portekizde ne hollandadaydı. ancak her iki taraftan ölenlerde ne portekizli ne de hollandalıydı. Ölenlerin tamamı gana'lıydı.. ve savaş ganada yaşanmıştı.
Kara kıta'nın bu kara kaderi 2.dünya savaşına kadar sürmüştü. 2. dünya savaşından sonra özgürlüğünü kazanan Gana şimdi artık özgür bir devlet ve özgür bir millet. Ancak gana'ya özgürlüğünü kazanmasından sonra giden "beyaz adam"larda var. ancak bu sefer gidenler öncekilerden tamamen farklı. sömürmek için değil iyiliği yaymak için kardeşliği pekiştirmek için ayrılıkları dindirip sevgiyi yeşertmek için , kara kıtayı aydınlığa çıkartmak için gidenler.. Bu sefer yer altı kaynaklarını sömürmek için değil. Her ülkenin yer üstü kaynakları olan çocuklarını eğitmek için oradalar. Bu beyaz adamlar ne hollandadan geldiler ne portekizden ne ingiltereden nede başka bir avrupa ülkesinden , bu sefer oralara giden beyaz adamlar Ankaradan , izmirden , Urfadan , Niğde'den ve Türkiyenin her şehrinden gittiler. Okullar açtılar.. yavaş yavaş dünyayı değiştiriyorlar..
Ben belkide dün akşam Fatih koleji'nde düzenlenen etkinliğe katılmasaydım. Elmina kalesinin hikayesini bilemeyecektim. 7.Türkçe Olimpiyatları için Türkiye'ye gelen Gana grubu ve Amerika grubu dün akşam bize küçük bir sunum yaptı. Türkiyeye 10-15 saatlik yolculuktan sonra hemen kendisini sahnede bulan Gana'lı kardeşimiz Abd'ulvaris bize kendi lehçesi , kendi türkçesi ve milletinden getirdiği sevgi ve muhabbetle anlattı tüm bunları. Sadece Abdulvaris yoktu elbette , Amerika'dan Noah bize tüm sempatikliği ve tatlılığı ile Sevda sokağı'nı okudu. San Antonio ekibinden Ankara misket havası oyununu izledik. Dallas grubundan Silifke halkoyunlarını izledik. Benjamin Vega ise bize Bedirhan Gökçe'nin "Sokak Çocuğu" şiirini okudu desem az olur. Okumadı Benjamin şiiri resmen gözlerimizin önünde yaşadı. Yine San Antonio ekibinden Aly bize Karahisar kalesi'ni seslendirdi ve son olarak Fatih koleji öğrencileri ile misafir öğrencilerin Barış korosu ümitlerimizi tazeledi.
Programın kapanış konuşmasını ise iki müstesna insan gerçekleştirdi. ikisinide yakından ilk kez gördüm. şahsen tanışma fırsatım olmadı. Açıkcası o fırsat belki vardı ama değerlendirme cesaretini kendimde bulamadım. Zira tanışmak için yanlarına gideceğim kişilerden birisi Zaman Gazetesinde'ki yazılarından takip ettiğim şahsen ilk kez gördüğüm Abdülhamit Bilici'ydi. O kadar naif, beyefendi ve nezaket ehli bir portresi vardı ki şimdi giderim istemedem bi kabalık ederim ayıp olur dedim ve gitmedim. Bir diğer konuşmacı ise Rüşdü Kalyoncu büyüğümüz idi. İsmini çok kez duymuş onuda ilk kez görmüştüm. çok duygusaldı ve gözyaşlarını tutamamıştı kürsüde tüm salonuda kendisi ile beraber bir duygu fırtınasına almış götürmüştü..
Heyhat! oysa ki ben bugün Üstad Necip Fazıl'ı yazacaktım. Vefat gününde rahmetle anacak. doğum günü olan bir sonraki gün ise doğum gününü kutlayacaktım. Fakat Elmina kalesinin hikayesi ağır bastı.
Üstad yüreklerimizdeki yerin müstesna.

Bu Kimin Kavgası

| 23 Mayıs 2009 Cumartesi

İnsanlar görürsünüz bir sebepten bir diğeri ile atışır , bir diğerine sataşır yada bir diğeri ile her anlamda kavga eder..
Şüphesiz ki kavga kavramı hayatın içinde keşke olmasa denilebilecek bir kavram.. Herşey güllük gülistanlık olsaydı ortak akıl ve hoşgörü olsaydıda kavga olmasaydı diyebiliriz. ama bu mümkün değil. zira kainat yaratıldığı günden beri bir sınav gereği iyi ile kötünün mücadelesine şahidiz. Bunu her devirde gördük. kısa vadede herkes kendi tarafının kazandığını ve iyi olduğunu düşünsede asıl gerçek ortaya uzun vadede çıkar. Tarih bunun örnekleriyle doludur..
Kötülüğü ilk yayan , Hz.Adem'e (a.s) secde etmeme kibriyle kendisini üstün gören ve kovulan Şeytandır.
Ondan sonra Hz.Adem'in(a.s) iki çocuğu arasında görürüz mücadeleyi, Habil iyi huylu ve gerek kardeşlerine gerek hayvanlara gerekse yaratılana iyi davranan birisi , Kabil ise hırslı , inatçı ve asidir. Habil'in iyi nitelikleri onu yüceltirken , kabil bunu çekememiş ve o uyurken başına bir kaya parçası atarak onu katletmiştir. İşte o günden sonra insanlar kısmen birbirinden ayrılmaya başlamış ve Habil'in soyundan gelenler , Kabilin soyundan gelenler olarak birbirlerinden ayrılmışlardır.
Günümüze biraz daha yaklaştığımızda iyi ile kötünün mücadelesine olan örneklerimizi çoğaltabiliriz. Bir Bediüzzaman'ı düşünün iyiği yayan birde onu engellemeye çalışanları düşünün onu defaetle zehirleyip öldürmeye çalışan , Bir Hz.İbrahim'i düşünün hakkı tanıtan bir nemrudu düşünün kendi hak sayıp Hz.İbrahim'e katlanamayıp onu yok etmeye çalışan , Bir Hz.Musa'yı düşünün hakkı tanıtan birde Nemrut gibi ilahlık iddia edipte firavunu düşünün ona zulmeden, Bir Nuh a.s'ı bir Lüt a.s.'ı düşünün kavmine hakkı haykıran , birde onlara uymayıp kötülükte diretip kavimlerini düşünün helak olan. Bir Hz.Muhammed (s.a.s)'i düşünün dini İslam'ı mubini anlatan birde ona zulmetmekte yarışan Ebu cehili ebu lehebi düşünün..
şimdi gelin kısa bir analiz yapalım.. kısa vadede hep zulmeden kârlı görünse de uzun vadede hep kaybeden olmuştur aslında zulmedenler. Çünkü Allah "mühlet verir ama ihmal etmez" bir düzelme bir kendine gelme için verilen mühleti ya degerlendirirsin ya o fırsatı kaçırır baş aşağı gidersin.
İslamın ilk zamanlarında Ebu Cehil ve Ebu leheb zenginken , inanlar fakirken , 3 yıl çöllerde tecrit görürken Ebu leheb ve ebu cehil kısa vadede kazanmış gibi görünse de , sonuçta kaybettiler bugün ebu lehebin ve ebu cehil'in inandıklarına inanan yok. onları hayırla yad eden yok. arkalarında bıraktıkları sadece zavallılıkları..
peki ya kendilerini değişik zamanlarda ilah ilan edip kendilerine tapmayanları öldüren nemrut ve firavun şimdi neredeler ? bugün nemruda ya da firavun'a tapan varmı ? oysa onlar kendi zamanlarında kendilerini ilah ilan etmişlerdi.. nemrudu bilemem ama kendini azametli gören , kızıl denizde boğulan ve Kur'anda söylendiği gibi ibret olsun diye bir zaman sonra bozulmadan cesedi denizden çıkartılan şimdilerde ise müzelerde bir nesne olarak ibret vesikası gibi sergilenen firavun'a kimseden fayda yok.. nerede kaldı ilahlığın ey firavun ? madem ilahtın neden bu haldesin ?
Günümüze geldiğimizde ise Bediüzzaman'ı görüyoruz islamın bir neferi olarak asrın alimi olarak. Ancak onada katlanamayan şer odakları vardı. Uzun tutmayacağım sadece kısa bir hadise anlatayım. Bediüzzaman ankaraya geldiğinde ankara valisi Nevzat Tandoğan onu istasyondan aldırarak makamına getirtti. maksadı başındaki sarığını çıkarttırıp başına fötr şapka giydirmek ve onu maskara etmekti.. ancak başaramadı ne yaptıysa Bediüzzaman sarığını çıkarmadı. en sonunda Nevzat Tandoğan'a "bu sarık bu baştan ancak baş ile beraber çıkar , başımla çok uğraştın başından bulasın" diyerek makamdan ayrılır Bediüzzaman.. bu hadise üzerinden yıllar geçer Bediüzzaman son demlerini yaşamaktadır. Rüyasında Hz.İbrahim'i görür , Hz.İbrahim ona "bizi ziyaret etmeyecekmisin" demektedir. Bunun üzerine Bediüzzaman ölüm döşeğindeyken Ispartadan Urfaya gider. Bediüzzaman'ın Urfa'ya gittiğini duyan Nevzat Tandoğan çıldırmış şekilde şunu söyler "Gerekirse onu çöp arabası ile çıkartın ama o şehirden çıkartın" yani son yolculuğunda dahi huzur yoktur Hak davanın neferine. Ancak Urfa halkı buna müsade etmez. Şehirlerine intikal etmiş Bediüzzaman'ı vermezler ve Bediüzzaman urfa'da hakka yürür.. Yıllar geçer memleket karışmıştır. Sağ sol olayları ile çalkalanan memlekette bir gün bir haber duyulur. Ankara valisi Nevzat Tandoğan bir grup anarşist öğrenci tarafından "baş"ından vurulmuştur. ve "çöp arabası" ile ankara dışında bir çöplüğe atılmıştır. yani yapmak istediği ne varsa kendisine yapılmıştır. Oysa kısa vadede oda kazandığını sanmıştı. Ancak kaybetti.
Bu kadar şeyi neden anlattım. Sözü nereye getireceğim ? hemen söyleyeyim daha fazla bekletmeden geçen gün bir haber sitesinde bir başlık vardı."Bu kavga saylan'ın çocukları ile gülen'in çocukları arasında" diye, Hayır bu kavga'da Saylan'da , Gülen'de bu zamanın bayrak kişileridir. Bu Kavga aslında Habil'in nesli ile Kabil'in nesli arasındadır ve kimin kazanacağını siz biliyorsunuz yukarıda başınızı işte bunun için bu kadar ağrıttım.
Davanız ne olursa olsun. Adınız ne olursa olsun. Ne kadar güçlü olursanız olun farketmez. eğer davanız Hakka savaş açmışsa , Hak size değişmeniz ve düzelmeniz için mühlet verir.. Ama asla ihmal etmez. Kimisi bunu değerlendirir kimisi ise mühleti farketmez kazanıyorum zanneder ve baş aşağı gider. Bu savaşı kazanmanın şartı hakkın tarafında olmaktır.
Nazım Hikmet bir şiirinde , "akın var akın , güneşe akın , güneşin zaptı yakın" demektedir.. Üstad Necip Fazıl ise "Zindandan Mehmet'e Mektup" şiirinde Nazım'a atıfta bulunarak "Güneşe akın vardı da, bizmiydik kalan" demektedir.
Dikkat edin.. güneşe akın edip zaptedeceğinizi sanarken , ateşe koştuğunun farkında olmayan pervaneler gibi yanmayın.. zira sonunuz bunu gösteriyor.. Tarih tekerrürden ibaret ise ve hiç ibret alan yoksa söyleyeyim..
Bu kavga Habil'in nesli ile Kabil'in nesli arasındadır..
Kısa vadede hep Kabil'in torunları kazanmış görünsede..
Uzun vadede gülen, kazanan hep Habil'in torunları olmuştur..
Tarihin ilk ve son aynı zamanda hep süregelen kavgasında sona yaklaşıyoruz.. Bir yerden sonra artık kötülüğün sancağı yere düşecek ve iyilik hüküm sürecek..
Tarafınızı doğru seçin..
Hz.Ömer'in ifadesiyle.. "Hizaya çekin kendinizi , Hesaba çekilmeden" ki..
Kaybedenlerden olmayın..

Türkan Saylan Knockout!

| 19 Mayıs 2009 Salı

Hepimizin bildiği yakından tanımak zorunda kaldığı bir isim.. Türkan Saylan.. Kendi davası adına yol almış ve kendisi gibi düşünen insanlar tarafından cenazesinde oldukça fazlasıyla kutsanmış birisi. Kimine göre tam bir eğitim gönüllüsü kimine göre ise misyoner ve inanç düşmanı.. 

Optimist yanım Türkan Saylan'ı her ne kadar bir eğitim gönüllüsü olarak addetmek istesede, içimdeki realist çoçuk buna hiç ama hiç yanaşmıyor. Kaldı ki bu hususta realist tarafım haklıdır , optimist tarafım adı üzerinde optimisttir. ve daima bardağın dolu yanını görme telaşındadır. 

Türkan Saylan'ın adını Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı olarak duyduk ve kendisini bu sıfat ile derneğin faaliyetleri, çalkantıları ile tanıdık. Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alındığında cümle alem ayağa kalktı. "Bir aydın gözaltına nasıl alınabilirmiş" , anayasanın 10. maddesi gereği her ferd yargı karşısında eşitse ve kimseye ayrıcalık yok ise bal gibi alınabilir. ve alınmıştırda. Eğer bir suçu yok ise zaten yargılama süreci neticelendiğinde ak sakal kara sakal düşecektir kişinin önüne.. Neden bu feveran ? o dokunulmazmı ? eğer öyleyse bakınız ölüm geldi ona dokundu. ölümden önce 17 yıl boyunca meme kanseri dokundu.. ve bilmediğimiz kendisinin bildiği daha neler neler kimbilir dokundu.. 

Kamuoyuna iyi işler yapıyor diye lanse edilmiş birisi ne zaman göz altına alınsa.. bir takım mihraklar bu kişi nasıl gözaltına alınır diye çırpınmaya başlıyor.. Sanki o gözaltına alınan kişinin tüm hayatını her yaptığı işi takip ediyorlarda kötü iş yapmayacağından eminler. ya gözler önündeki iyi işleri sadece bir göz boyamaysa ya o işin arkasında pis işler çeviriyorsa ? bu kadarmı safsınız.. bu kadarmı salaksınız.. 

Şimdiki moda ise "devlet ricali" türkan saylan'dan (ki artık kendisi knockout olmuştur bu durumda yakınlarından) özür dilesinmiş ? Devlet neden özür dileyecek ? Gözaltına aldığı ve sorguladığı için ? Ne münasebet ya ? insanlar gözaltına alınır. suçluysa tutuklanır değilse serbest bırakılır. olağan süreç budur türkan saylan'ın göz altına alınmasında ne gibi bi olağandışı olmaması gereken herhangi bi durum cereyan etmişte devlet özür dileyecek.

Özür bekleyenler veya bizden özür dilensin diyenlerin derdi Türkan Saylan değil , onun sıfatında özür dilendiği takdirde bakınız devlet özür diledi hatasını kabul etti aymazlığına bağlayarak konuyu ergenekon'u boşa çıkarma çabası. Kimse bunu beklemesin . Devlet özür dilenecek bir iş yapmamıştır. olması gereken ne ise o vukuu bulmuştur.

Türkan Saylan ömrü hayatı boyunca hakaret ettiği ve yok etmek için mücadele verdiği inançlı gençlikten , imamhatipli talebelerden, başörtüsünden özür dilemişmidir ki son nefesine kadar , öldükten sonra devlet ondan özür dilesin.. 

Benim gözümde gerçek aydın "özür bekleyen" değil. kendisinden özür dilenmesi gerekecek durumda dahi olgunluk ve vakar ile o duruma göğüs gerip gün gelipte kendisinden özür dilenmek istendiğinde "özre gerek yok" deme erdemini gösterendir. 

Bir insan parmagını kapıya kıstırdığında suçu "elim ne geziyor" diye kendinde aramak yerine kapı fabrikasını dava etmekle kapı fabrikasına yıkmaya çalışırsa . bir ömür boyu özür bekleyerek gezer ki bundan özür beklediklerinin haberi bile olmaz. 

Kaldı ki Türkan Saylan ölmüştür. " Her nefis gibi ölümü tatmıştır " . Artık dünya ringinden sonsuza kadar ayrılmıştır. bu cenahta olan hiçbirşey ona varmayacaktır. Devlet değil özür dilemek Türkiye Cumhuriyetinin tapusunu Türkan Saylan'a devretse ruhu bile duymaz. dolayısı ile devlet özür dilesin demenin ne devlete ne millete nede meftaya faydası yoktur. 

ve Ergenekon severler herzamanki gibi faydasız işlerle iştigal etmeye devam etmekteler ki bu faydasız işte onlardan birisidir.

Bu aralar Saylan hakkında bir diğer rivayette 1983 yılında yani 26 yıl önce bir sempozyum nedeniyle Cidde'ye gittiğinde kabeyi tavaf etip hacı olduğu buna dair fotoğraflar çekindiği ve bu fotoğrafları kitabında yayınlayarak müslümanlığıda kimseye bırakmadığı şeklindedir. bir kısım sevenleride bunu insanın gözüne sokarak "rahmetli hacıydı" demek suretiyle Saylan'ı uçurmaya kalkmalarıdır. yakında evini yada mezarını türbeye çevirip "Hz.Türkan Saylan türbe-i şerifi" falan yazarlarsa sağına soluna çaput bağlarlarsa mum yakıp kendisinden medet umarlarsa hiç şaşırmam. Zira 26 yıl önce 3 günlüğüne gidilen bir gezide ne niyetle yapıldığı bilinmeyen bir kabe ziyaretini , (kaldı ki bunu söyleyen yine kendisi farklı bir kaynaktan duymuyoruz) bugün pişirip önümüze koyup rahmetli dini bütündü demeye getirenler şunu bilmeliler. Biz siz kadar safdil değiliz. 26 yılda köprülerin altından akan suları toplasanız büyük okyanusu iki defa doldurur. 26 yılda fikirler , şehirler , insanlar , medeniyetler değişir, herşey değişir. Değişmeyen bir Türkan Saylan'mı ? 26 yıl önce neyse bugünde odur öylemi ? ne kadar safsınız. olayların iç yüzünü okuyamamak bu olsa gerek. 26 yıldan bugüne neler değişti görmek istiyorsanız bir bakın. Sanki Türkan saylan hiç değişmemiş gibi 26 yıl önce neyse şimdi oymuş gibi davranmak çoluk çocuk mantığından başka birşey değil. Kaldı ki 26 yıl önce tamamen halisane ve iyi niyetle bir hac yapmış dahi olsa bu 26 yıl zarfında onun çizgisinin değişmeyeceği anlamına gelmez. ve Ayrıca esas olan 26 yıl önceki inancı yada dünya düşüncesi değil. bugünki düşünce yapısı , icraatları ve fikirleridir. 

İşte bu hususu görmezden gelipte. 26 yıl önce hacca gitmiş demek ki iyi biriymiş düz mantığıyla düşünenler ancak safdiller olabilir. Zira "Ainesi iştir kişinin lafa bakılmaz" demiş büyüklerimiz. biz kendisinin "güneş ufuktan şimdi doğar" kitabında kendisinin söylediği hacca gittim buda fotografı şeklindeki beyanına değil yaptığı işe bakıyoruz. 

Son söz olarak kendisine "Allah rahmet eylesin" diyorum.. çok sevdiğimden değil. Kabe-i muazzamayı görmüş , tavaf etmiş olmasının hatırına.. 

Bilimsel düşler

| 11 Mayıs 2009 Pazartesi

Bugünlerde aklım fikrim yaşamış gitmiş olan alimlerin keşiflerinde izledikleri mantıkları anlamaya çalışmak, mesela bir edwin hubble (ismi vefatından sonra hubble teleskobuna verildi) evrenin genişlemesini keşfettiğinde , evrim teorisini içlerine sindirmiş bir bilim camiasına bunu açıklamakta ne kadar zorluk çekti zira bu onun kariyerinin sonu demek te olabilirdi. Camia 3 maymunu oynayabilir ve onun sesini duymayabilir üstüne üstlük onu susturabilirdi de. Ama o bunu göze olarak evrenin genişlediğini haykırdı.

1924 yılında Hubble kendisini dünyaya duyuracak olan ve o güne kadar evrende sadece puslu küçük lekeler olarak tanımlanan "nebulalar" üzerine çalışmaya başlayacaktı. Öyleki yıllar sonra evrenin genişlediğini ispat ettiğinde , Albert Einstain onu bizzat tebrik etmek üzere çalışmalarını yaptığı wilson dağının tepesine kadar çıktığında takvim yılı 1934'tü. Hubble yasası şunu diyordu "Uzayda herhangi bir nesne dünyadan ne kadar uzaksa , aynı miktarda sabit bir hızla dünyadan uzaklaşmaktadır"

Einstain Hubble'dan 10 yıl önce kadar genel görecelik kavramı üzerinde çalışırken evrenin ya genişlediğini, ya da daraldığını düşündü. Ancak gökbilimciler Einstain'a her iki durumunda geçerli olmadığını söylediklerinde, Einstain yanıldığını düşünerek teorisini mevcut duruma uyarlama uygun hal getirme gereği hissederek "kozmolojik terim" teorisini geliştirmekteydi. Ancak Edwin Hubble'in keşfiyle kozmolojik terim tarih oldu.. Einstain işte bunun için wilson dağının zirvesine kadar bizzat çıktı ve hubble'a bizzat teşekkür etti.

Aslında Edwin hubble yeni bir şeyi keşfetmemişti. sadece varolan durumun ispatını yapmıştı. ancak kendiside bunu bilmiyor ve evrenin genişlemesini keşfettiğini düşünüyordu. Zira kendisi 1924-1934 arası çalışmalarında evrenin genişlediğini ispat etmişti. Einstain kendisinden 10 yıl kadar önce bu konuyu ele almış ancak zamanın şartlarında gök bilimcilerin yanlış yönlendirmesi ile bunu haykıramamıştı. Şayet Einstain bir şekilde hubble'dan 10 yıl önceki çalışmalarında sonuca kesin olarak varmış olsa yine o da birşeyi keşfetmiş değil ispat etmiş olacaktı. bildiğiniz gibi ispat varolan birşeyin varlığını numuneler ya da teorilerle gözler önüne sermektir. keşfetmek ise birşeyin var olduğunu ilk kez bildirmektir. aradaki ince fark aslında çok derin bir uçurumun ta kendisi . Eğer Edwin Hubble ve Albert Einstain keşfetmeyerek "ispat etmiş oluyorlarsa" kimin keşfinin ispat tutanaklarını tutmuşlardı ?

Sıkı durunuz , her ikiside yeni bir şeyi keşfetmeyen bu alimler , doğunun kamet-i Bâla'sı , Bediüzzaman Said Nursi tarafından 1909 yılında kaleme alınan "İşaretül İcaz" isimli eserinde uzayın genişlemesinin bir güzel anlatıldığından habersizdi. Hatta öyle ki "İşaretül İcaz"da "zamanın bükülmesi" hususunada üstad bir güzel değinmiş.

O yıllarda gazeteler günümüz şartlarında değildi. Televizyon ha keza, internet ki adı bile yoktu. dolayısı ile haberleşme ve iletişim imkanları kısıtlı ve kıttı. Dolayısı ile Einstain ya da Hubble kendilerinden çok uzakta anadoluda sürgünden sürgüne koşturulan bir islam aliminden habersizlerdi. Acaba bilselerdi anadoluda kendilerinin üzerinde çalıştıkları hususları ele almış ve anlatmış bir alimin olduğunu çıkıp gelirlermiydi bilemiyoruz.

Aslında Bediüzzaman kapasitesinde bir alim. Hak cephesinde değilde şer cephesinde olsaydı. o devirde kendisine etmedik eza cefa bırakmayanlar onun ismini akademik çevrelere 100 kere bildirirdi. şayet Bediüzzaman hakkı değilde evrimi haykırıyor olsa bırakın sürgünü , önünde el pençe olurlardı. Lakin Bediüzzaman'ın haykırdığı hak ve hakikat işlerine gelmediği için sindiremediler ve eza cefa yoluna gittiler.

Edwin Hubble ve Albert Einstain büyük alimler. branşlarında sivrilmiş şahsiyetler öyle ki Edwin hubble ile birlikte Wilson dağının tepesinde araştırma yapan bir diğer bilim adamı ve Hubble'in rakibi Harlow Shapley , bir seferinde hubble ile karşılaştığında ona başaramayacağını nebulaların sadece sema da lekeler olarak kalacağını ve uzayın'ın samanyolundan ibaret olduğunu söylemişti. Hubble teorisini ispat ettiğinde , Hubble'a ilk ulaşan yine Shapley'di. " Kendi adıma üzülsemmi , yoksa bilim adına sevinsemmi bilemiyorum" diyor ve rakibini tebrik ediyordu.

Aslında yandaki resime bakarak Hubble'in işinin o kadar kolayda olmadığını şöyle anlayabiliriz. 1924 yılında Güneş sisteminde bulunan gezegenlerin bile bazıları bilinmiyor , Yandaki resimde dünyayı ve dünyadan daha küçük gezegenleri görüyorsunuz. Dünyanın çevresi yaklaşık olarak 36 bin kilometre, Dünya tüm insanlara yetecek kadar büyük gördüğünüz gibi ,
Ancak bildiğiniz gibi güneş sisteminde ki gezegenler dünya venüs mars merkür ve plüton'dan ibaret değil. Hani bunun uranüsü neptünü satürnü Jüpiter'i..


Bu görmüş olduğunuz resimde ise Güneş sisteminin tüm gezegenlerini görüyorsunuz. Jüpiter'in çapı yaklaşık olarak dünyanın çapının 10.21 katına tekabül ediyor. yani Jüpiter'in çevresi 367 bin 560 kilometre kadar. Aradaki fark zaten resimde de gördüğünüz üzere bariz olarak ortada , ancak takdir edersiniz ki Güneş sistemi dediğimiz sistemin en nadide elemanı olan güneş henüz sahne almadı.. ve şimdi sıra onda.


Ve karşınızda Güneş, ta ta ta tam.. Bu resimleri ilk gördüğümde nutkum tutulmuş ve yüce yaratıcının sanatı karşısında tüm varlığımla acizliğimi hissetmiştim. oysa ki nutkumun tutulmasından daha da fazlası olacağını bilemiyordum. Bu resimde güneşin , kendi sisteminin en büyük gezegeni jüpiter'in 10,32 katı kadar büyük olduğunu görüyoruz. Jüpiter'in çevresi 367.560 km kadardı. Güneş'inkini hesaplamaya ne dersiniz ?! bence yuh dersiniz ki güneşin çevresi 3 milyon 870 bin 406 kilometreye tekabül ediyor. Yani dünyanın yaklaşık olarak 108 katı diyebiliriz.

Bu resimde ise diğer yıldızlar arasında güneşin mukayese edilmesini görüyoruz. şaşırdığınızı biliyorum. Arcturus ne kadar büyük değilmi. Arcturus yıldızı güneşimizin yaklaşık olarak 18,89 katına tekabül ediyor. Yani Arcturus'un çevresi 73 milyon 111 bin 969 km demektir. Resimde de gördüğünüz gibi güneş sisteminin en büyük gezegeni Jüpiter :) burada kendisine ancak 1 pixel yer bulabiliyor. Ancak Arcturus bilinen en büyük yıldız değil kendisinden daha büyükleride var. ve son olarak işte en büyük ölçüde yıldızlar.


Bu resimde gördüğünüz en büyük gezegen Antares, Arcturus'un 16,53 katı büyüklüğünde , güneşi bu resimde göremiyorsunuz bile 1 pixel ya var ya yok.. Antares'in çevresi 1 milyar 208 milyon 540 bin 847 kilometre , Bir insan 100 km hızla giden bir araba ile dünyanın etrafını dönmeyi 360 günde tamamlar. Aynı insan aynı arabayla ve aynı hızla Antares'in çevresini dolanmaya kalksa bu iş 12 milyon 85 bin 408 gün sürer. Yani yaklaşık olarak 33110 yıl demektir bu süre. Antares dünyanın 33570 katı büyüklüğünde bir yıldız. Dünyamızın Antares büyüklüğünde olduğunu düşünün bir an. Sizce mevcut teknoloji ile bu büyüklükte bir gezegende yaşıyor olsaydık insanların bırakın bir biri ile iletişime geçmesini , acaba birbirlerini bulabileceğinden emin olabilirmiydik. dünya çevresi 36000 km olan bir gezegen ve üzerinde 7 milyar'a yakın insan yaşıyor. eğer insanlar ekvator çizgisi üzerinde el ele tutuşacak olsalar 5,14 cm'ye bir insan düşer. aynı şekilde Antares'in tam ortasından ekvator benzeri bir çizginin geçtiğini varsayarsak 17 metreye bir insan düşer. nerde 5 cm nerede 17 metre. Eğer siz dünyayı Antares'e fırlatacak olsanız 20 katlı bir apartmana çakıl taşı atmaktan farkı olmazdı , İşin daha ilgincini söylemek gerekirse , Şu anda uzay konusunda görebildiklerimiz dünyanın çevresi etrafında Uzayın bir an için genişlemediği varsayımı ile düşündüğümüzde uzay'ın milyarda 4'ü kadarı , yani belki öyle gezegenler ya da yıldızlar var ki Antares onların yanında mikrop kadar kalıyor. ama henüz keşfedilmediler keşfedilmeyi bekliyorlar.

İşte Edwin Hubble resimlerle anlatmaya çalıştığımız bu çıldırtan büyüklüğü içine alan ve bu büyüklüklerin içerisinde toz tanesi kadar bile yer tutmadığı Uzay'ın genişlemesini ispat etti.

Ölüm Bize Nasıl Gelir ?

| 25 Nisan 2009 Cumartesi

Şu günlerde kafamı iyiden iyiye meşgul eden bir konuydu. Ölüm ve ölüm ötesi hayat. Elbette ki ölümü tadmamıştım. Ancak ölümü tadan çok kişiyi gerek mesleğimle gerekse insani ilişkilerimle alakalı olarak çokça görmüştüm.. Kimisi elim ve feci bir trafik kazası sonucu zerreleri asfalta preslenerek ve belki o asfalttan kazınamayarak can verirken kimilerinide gördüm ki son nefeslerinde huzur içinde yataklarındalar ve sevdikleri son yolculuklarında yanı başlarında..
Siz hiç düşündünüzmü nasıl öleceğinizi demeyeceğim. Zira biliyorum ki her insan mutlaka nasıl öleceğini , öleceği zamanı merak eder. Bunu öğrenmenin kesin doğru olan bir yolu olsa hiç şüphem yokki insan bu merakı için türlü fedakarlıklarada girecektir. Ancak bu aslında o kadarda gerekli değil.
Zira "ölümü sıkça hatırlayınız" düstüruna binaen hatırladığımız ölüm bir fiil olarak hatırlanması gereken ölüm değil. Zira o fiil olarak hatırlanacak olan ölüm kuvve-i maneviyesi olmayan ve hayatı maddi emtiadan ibaret sananların aldanış şeklidir.
Öyleki ölüm fiil olarak belki aslen bir saniye yahut bir salisedir. Öncesi hayat sonrası inanmayan için yokluk ve hiçlik inanan için ise yeni bir yaşamdır. İnanmayan için ölüm henüz gelmeden önce yokluğa açılan kapı hezeyanı , geldikten sonra ise geç kalınmış bir feryadü figandır. Fakat biz duyamayız çünkü ölenin frakansı değişmiştir. Bizim alıcılarımız o yeni frekansı alacak kadar da gelişmiş değildir.
Ben bu düşünceleri beynimde harman ederken elime bir kitap geçti. Belki bildiğiniz okuduğunuz belkide hiç duymadığınız bir kitap , kitabın ismi : Meşhurların Son Anları, Yazarı Burhan Bozgeyik , Kitap Cihan yayınları marifetiyle neşredilmiş. Kitap bana yıllar öncesinde yanılmıyorsam 2004 yılı yazında okuduğum Halit Ertuğrul'un Dünyayı Ağlatanlar kitabını anımsattı.
Ancak şu an elime aldığım kitap Dünyayı ağlatanları değil aynı zamanda Dünyada mazlumların yüzünü güldüren, bahtını şenlendiren nice alim, yönetici, sanatçı, şair, mütefekkir ve askeri deha'nında son anlarına ışık tutuyordu. Kitap yaklaşık olarak Mussolini'den Lenin'e İmamı Azam'dan Mehmet Akif'e , Yavuz Sultan Selim'den Ebu Cehil'e , Kemal Sunal'dan Turgut Özal'a , Adnan Menderes'e , Mevlana'dan Bediüzzaman'a yaklaşık olarak 110'a yakın kişinin son anlarını bize anlatıyor.
Gerçi Ölüm hususunda kim ki ölümü sanki yaşıyormuşçasına gerçekçi ve doğru şekilde öğrenmek istiyor ise bence «Hüccet-ül İslam» İmam Gazali'nin(r.a) Ölüm ve Ötesi kitabını mutlak surette okumalı , insanı o kadar derinden kuşatıyor ki gerek anlatımı ve gerekse safha safha ölümü anlatışı insana şunu düşündürüyor " Bir insan ölüp, tekrar dirilmeden ölümü bu kadar etkileyici anlatamaz" etkisini varın siz düşünün artık..
Meşhurların Son Anları kitabını şöyle bir evirdim çevirdim. Gözüme çarpan ve merak ettiklerimi okudum. ve şunu gördüm. "Su testisi su yolunda kırılmış" her kim ki ne dava gütmüş ve neye nefer olmuşsa o kapının önünde can teslim etmiş , her kim batıl bir davayı gütmüş ve o davanın neferi olmuş ise ölümü korkunç olmuş, kim ki hak ve adalet ile hakka nefer olmuşsa ölümü sanki dar sıkıntılı bir odadan geniş ferah bir odaya geçiş gibi rahat ve huzurlu olmuş, her kim ki batıl bir davanın atıl bir neferi olarak ölmüş insanların onun ne canlısına ne ölüsüne teveccühü olmamış, her kimde hak davanın neferi olarak yaşamış ve ölmüş işte o kişi hem madden insanlar nazarında diri ve ölüyken el üstünde tutulmuş , naaşı yerine göre milyonlarca seveni tarafından uğurlanmış , kim ki batıl bir davada kalmış cesedi ya bir çukura atılmış , ya yakılmış yahut bir çöplükte macerası nihayete ermiş..
Gördüm ki , Sevenide , sevmeyenide , inananı ve tabii olanıda inanmayıp asi olanı da gerek kendisinden önce yaşamış ve ölmüş olsun gerekse kendisinden sonra yaşamış ve ölmüş olsun hepsi ama hepsi istisnasız İslam Peygamberi Hz.Muhammed (S.a.s)'i gerek yaşam ve gerek ölümüyle tasdik etmiştir.
Zira buyurmuştu İslam Peygamberi ;
«Nasıl Yaşarsanız , Öyle ölürsünüz , Nasıl Ölürseniz , Öyle Diritilirsiniz»
Buradan yola çıkacak olursak diyebiliriz ki, Nasıl öleceğini merak eden.. Nasıl yaşadığına baksın
Bundan sonraki yazılarda ara ara kitapta bahsi geçen meşhurların son anlarını buradan aktarmayıda düşünüyorum. Kitabı temin edip okuma şansı olmayan ancak merak edenlerinde belki bir nebze işini görür.

Kocayı Fethullahçılara kaptırmak !

| 18 Nisan 2009 Cumartesi

Malum , sosyal yaralara parmak basmak gibi ulvi bir vazifeyi ifa ettiğini düşünen , malum zihniyetin en afişe ve aşifte gazetesinin röportajcısı Ayşe Arman geçtiğimiz haftalarda bir yazı kaleme aldı..
Olayın özeti şu minvaldeydi : kadının birisi bir ressama aşık olur. onunla evlenir. barların tozunu attırır içerler gezerler tozarlar yani bu dünya adına geçici haz ve hevesat olarak ne varsa yaparlar. Hattı zatında bir zaman sonra adam olgunlaşır. islami eserleri okumaya başlar. hakikate uyanır. ve kadın bunu sindiremez bunun sorumlusu olarakta kocasının arkadaşı olan ve Fethullahçılar diye nitelendirdiği insanları gösterir.
Fethullahçılar denilen bu insanların ortak özelliklerini sayarken : kibar olmaları , sosyal olmaları , dini yaşamalarını gösteriyor kocasını Fethullahçılara kaptıran arkadaş ve devamında şunu diyor. bunlara karşı organize olalım ? durdurmanın bir yolunu bulalım. yurt dışında Türk demek eşittir Fethullahçı demek gibi bir izlenim var diyor ve dernekmi ne kursak diye danışıyor..
Gelelim kişisel fikrime..
Efenim değil dernek, sabancı koç gibi büyük bir Holding kursanızda kâr etmeyecek zira sizin sevmediğiniz ve Fethullahçılar diye etiketlediğiniz insanlar yine sizinde söylediğiniz gibi nezaket sınırları içerisindeler kaldı ki sizi birşeye zorlamıyorlar size tebliğ yapıyorlar kararı size bırakıyorlar.
Hatırlayınız 28 şubat süreci bu karalamak istediğiniz insanları durdurmak için yapıldı. Ne oldu ? dal kırıldı yerinden koca bir çınar yükseldi.. bin kişi oldu on bin kişi yüz bin kişi..
Ayrıca malum röportajda kadın diyorki kocam dini gidip bi cami imamından öğrense bunu makul karşılardım. Bende diyorum ki , yalan ve hatta yalanın önde gideni..
söz konusu zaatı muhterem röportajda bu sözü söylediği noktaya gelene dek dine diyanete vermiş veriştirmiş olmakla birlikte bir yerden sonra kafa dank etti elbette lan beni din düşmanı olarak görecekler diye bir u dönüşü ile durumu kotardı.. Merak ediyorum New york'ta kaç tane cami var biliyormu acaba..
Kaldı ki , işin şu boyutuda var. Diyanetin islam modeli cami tipi islam yani.. Camiye gelen gelir gelmeyen kendisi bilir demek ve kişi camiye geliyorsa 5 vakit namaz kadar islamiyeti yaşıyorsa diyanete bu kâfidir. Diyanet günümüzün sorunlarına ve yaralarına aktif çözüm sunamaz çünkü kurumsal ve kamusal yapısı buna müsait değildir. ancak Fethullah Gülen hareketi diyanetten daha etkindir ve aktiftir. zira diyanetin amerikada yaşayan insanlara dini tebliğ edelim diye bir kaygısı yokken Cemaat avustralyanın dibindeki Aborjinlere afrikanın dibindeki pigmelere bile elini uzatmıştır.
Cemaate yüklenirken diyanete sahip çıkmak işte bu rahatsızlığın maskelenmesi çabasıdır. Zira diyanet sana bir oto kontrol sunmaz ancak cemaat fikri bazda sana derin ve tatmin edici bilgiler sunar. gel yap demez. niçin yapman gerektiğini öğretir. diyanetin kıl dediği namazı cemaat niçin kılman gerektiğini ve kılarsan ne kazanacağını sana bir milyon kaynaktan öğretir. dolayısı ile daha tatmin edici ve tatbiki kolay bilgiyi cemaat sana sağlar.
Kaldı ki diyanetin içinde her telden insan vardır. kurumun konumu bunu gerektirir. bu zenginliktir belki ama bir yerden sonrada ayrımsallaşma nedenidir. öyleki bir imama sordugun cevaba başka bir imam başka bir cevap verir. kurum içerisinde bir uyumsuzluk olabilir. ki şahidiyim olmuşturda.. ancak cemaatte bu yoktur. cemaatin içinde olup birbirini hiç tanımayan bir japonla bir etiyopyalının beslendiği kaynak bir olduğu için bu iki insana kendi memleketlerinde aynı soruyu sordugunuzda size farklı dillerde aynı cevabı verirler. neden çünkü ülküde birlik, inançta birlik, uygarlıkta birlik gibi binlerce yolda bir birliktelikleri..
Dolayısı ile bu inanç birliğinin önüne hiçbir gücü geçiremezsiniz , hiçbir dernek kurum kuruluş ve hattı zatında hatta holding bile kursanız bu oluşumu durduramazsınız zira bu oluşum iki kişi arasındaki dialog , arkadaşlık ve karşılıklı saygı sevgi gibi soyut ama hayatın her an içinde olan kendini ispatlamış bir harekettir ki dernek fln gibi somut değerlerle durduramazsınız..
Birde işin şu boyutu var. tutunki bir güç çıktı karşınıza ve tamam bana mantıklı bir gerekçe belirtin ben bu cemaati durduracağım dedi. Ne diyeceksiniz ?
içki içmiyorlar , güleryüzlüler , insanlara islamı tanıtıyorlar ve bunu çağın gereklerine uygun olan yol yöntem araç ve gereçlerle yapıyorlar mı diyeceksiniz ?
Şu bir gerçekki her doğan insan islam dini üzerine doğar ne zamanki anne ve babası onu başka bir dine yönlendirirse o zamana kadarda islam dini üzerinedir. bu minvalde düşünecek olduğumuzda zaten özünde herkes bir islam nüvesi ile doğuyor ve ya nüveyi yetiştiriyor fidan ve ağaç haline getiriyor.. ya da kalbinin derinliklerinde ışıksız susuz bırakarak çürümeye terk ediyor.
O nüve çürümediği sürece, ilk ışık gördüğünde filiz verir. kaç yaşında olursanız olun. ne işle meşgul olursanız olun.. fırsat karşınıza geldiğinde nüve ışığı aldığında içinizde o inkişafı bulursunuz ve bulduğunuzda hissettiğiniz ferahlık ve rahatlık o kadar alenidir ki bundan bir daha vazgeçmez ve o güne kadar olan hayat düzeninizi bir çizgi ile çizersiniz geride bırakırsınız.
O nüveyi sizin içinize koyan ve sizi bir sınav ile sınav etmek için dünyaya gönderen Allah, birgün o nüvenin ihtiyacı olan ışığı size bir insan vasıtası ile gönderdiğinde siz o insanı etiketleyeceksiniz şuncu buncu şöyleci böyleci diye.. siz nüve ihtiyacı olan ışığı almasın diye perdelerinizi sım sıkı kapatırken bir başka kalp bu ışığı aldığında bu seferde feryad edeceksiniz biz karanlıkta rahattık. kocamı kim aydınlattı diye..
Allah, yüce kitabında bir yerde "din olarak sizin için islamı uygun gördüm" buyuruyor. başka bir yerde "islamı tamama erdirdiğini" söylüyor..
Peygamberimiz ise bir hadisi şerifinde "Benim ismim güneşin doğuğ battığı her yere ulaşacaktır" buyuruyor..
Şunu unutmayın. İslami kronolojiye bakıldığında "emri bil maruf , nehyi anil münker" namazdan önce farz kılınmıştır. bu namaz önemsizdir demek değil. yada daha az önemlidir demek değil. "iyiliği yaymak , kötülükten alıkoymak" en az namaz kadar önemlidir demek.
Zira şu dünya iyilikle kötülüğün mücadele mecrası ise ve herkes kendisine bir saf seçiyorsa , islamın dışında seçtiğiniz hiçbir saffı iyi görerek kendinizi kandırmayın.
Zira İslam güneşi doğmaya önce kalplerden başlar..
Muhtereme zât Ayşe Arman , kendi hayatından bir örnek vererek kızımın sorduğu her soruya babası "peygamberimiz şöyle buyuruyor" vs. şeklinde cevap verse herhalde sindiremezdim diyor.
Bu çok normal , İslamı yüzeysel kaynaklardan öğrenip , Zekeriya Beyaz kalitesindeki insanların hayatını islam sanıp bu layt ve yüzeysel dünyanın argümanı olan , gerçek islamı elbette anlayamaz zira kapasitesi buna yetmeyecek o yaşam tarzını hafsalası alamayacaktır. bunu normal karşılamadığımızda da suçlu biz değiliz. zira o güne kadar size islam diye öğretilenleri siz öğrenmeniz gereken kaynaktan araştırmayıp hazlarınız ve hevesleriniz doğrultusunda yaşamışsanız sizin sorumsuzluğunuzun suçlusu gerçek islam olamaz.
Kaldı ki Allaha inanıyorum diyen insan. Barda gezmek tozmak ve içmenin nesi kötü olabilirki barda içenler dinsizmi diyerek üste çıkma telaşına kapıldığında benim gibi insanlar o kişiye şunu der.
Arkadaş, Allahı seviyorum ve varlığına inanıyorum diyeceksin. Ama Allah'ın iyi bir insan olman için sana indirdiği rehberi yani Kuran'ı ve içerisinde iyi bir insan olmak için buyurulanları görmezden geleceksin, Allah'ın şu dünyanın en zorda olduğu zaman zarfında rehber olarak gönderdiği peygamberi rehber edinmeyeceksin. çocuğuna öğretmeyeceksin.
Allahın yap dediklerinden bir haber olacaksın. Yapma dediklerinin tamamına yakınını yapacaksın , rehberine kulak vermeyeceksin sonrada inanıyorum ki Allahta beni seviyor diyerek kendini avutacaksın.
birisi sana gelip bak İslam budur şöyledir. bunun nedeni budur. bunun doğrusu budur diyecek sana doğrusunu anlatmak isteyecek onuda kendini sütten çıkma ak kaşık zannedip Fethullahçı diye etiketleyecek karalayacaksın.
Elbette ki kimsenin imanına islamına ve Allah'la olan münasebetine karışamaz ve Allah adına hüküm veremeyiz , zira inanıyoruz ki bağışlamasıda mağfiretide boldur rahmet edendir.
Ancak bu hikmetler dairesinde Allahın takdiridir.
Olaya sebepler dairesinde bakacak olursak her sebep bir sonucu doğurur ve her sonuç bir sonraki eylemin sebebidir.
Sen şimdi yaptıklarına bir bak.. barlarda discolarda gezmişsin.. içmişsin dağıtmışsın.
Sevdiğin Allah sana kitabında içme demiş. Rehber olarak gönderdiği peygamber bunu sana asırlar öncesinden uygulamalı bir şekilde göstermiş.
Sonra sen bunları görmezden gelmişsin..
Laf gelmiş bir noktaya sen yine bir yazında Allah'a inanmaktan bahsetmişsin..
laf başka.. iş başka..
Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz demiş eskiler..
Şimdi sen söyle Ayşe Arman..
lafın başka diyor yaptığın iş başka diyor sana neden itibar edelim ?